Bir gün Bob adında birisi vardı. Her sabah erkenden kalkıp işine
gider, mesai bitiminde de evine geri dönerdi. Onun hayatını özetleyecek
olsaydık, sıkıcı bir başarısızlık öyküsü diyebilirdik. Daha küçük yaştan
mükemmel olması gerektiğine inandırılmış ve bu inancı yüzünden yaptığı hiçbir
şeyden gururlanamayan, tatmin olamayan, keşkelerinde boğulan birisi oluvermişti.
Yine günlerden bir gün, Bob sıkıcı bir güne daha gözlerini açtı. Evet, her
zamanki gibi, yine işine geç kalmıştı. Güne telaşlı başlamış olan Bob, toplu
taşımadayken düşünmeye başladı: Neden her sabah erken kalkmak zorundaydı ki? Bir
gün de işe gitmese ne kaybederdi? Bob içindeki tembeli anında susturdu:
“Sus.” dedi ona... Sus! Bizim gibiler için yaşamanın başka bir yolu yok.
Bob ofise vardığında hiç kimseye geç kalmış olduğunu farkettirmemeye
çalışarak masasına doğru yürüdü. Ancak masasının yanına yaklaştığında
çabalarının boşuna olduğunu anladı. Patronu öfkeli bir surat ifadesiyle onu
beklemekteydi. Patronu Bob’u farketmiş ve, haklı olarak, onu azarlamaya
başlamıştı. Patronu Bob’u uzun uzun azarladıktan sonra ona eşyalarını
toparlayıp derhal defolmasını söyledi. Bob masasına bakındı ancak almaya
değer hiçbir şey bulamayıp ofisi terk etti. Bob dönüş yolunda ne kadar da
aptal olduğunu düşündü. Bu işte de çuvallamış, bu işten de kovulmuştu. HA HA
HA! Tam bir hayal kırıklığıydı. Acaba ebeveynleri onun bu halini görse neler
düşünürdü? Neyseki yıllar önce bu dünyadan göçmüşlerdi. Sonuçta ölüler
düşünemezdi, değil mi?
Sonrasında kendini, garip bir şekilde, başka bir durakta inmiş olarak
buldu. Gelmek, varmak istediği yer burası mıydı ki? Garip bir şekilde son
zamanlarda kendini sık sık burada buluveriyordu. Durumu daha fazla sorgulamamaya
karar verip yürümeye devam etti. Bob yürürken gökyüzüne bakındı. O da, aynı
kendisi gibi, kara bulutlarla kaplıydı. Hafif bir şekilde tebessüm edip yoluna
devam etti. Yorulmaya başladığını hissedince kayalıkların üstüne oturdu ve denizi,
dalgaların kıyıya vuruşunu, seyretmeye başladı. Seyretti, seyretti ve seyretti...
Ve sonra düşünmeye başladı. Her zaman olduğu gibi; önce geçmişini, boşa giden
yıllarını, keşkelerini, başarısızlıklarını... Sonrasında ise şu anını düşünmeye
başladı. Küçüklüğünden beri düşlediği hayat bu muydu? Ay sonunu görebilmeyi zar
zor beceren, berbat koşullarda yaşayan, anlık olarak da işsiz kalmış birisiydi.
Geçen onca yıl gözlerindeki ışığı söndürmüş, söküp atmıştı. Bob acıklı bir
şekilde haline gülmeye başladı. Aklına küçüklük hayalleri gelmişti. Büyüdüğünde
kim bilir neler başarmış olacaktı? Her gününü kaygısız ve “özgürce”
yaşayacaktı. Bob gülmeye devam etti. Zaten sorumluluklarından kaçan, onları
göğüslemekten aciz olan birinden ortaya başka ne çıkabilirdi ki?..
Sonrasında sessizliğin sebep olduğu bu boşluk hissinden kurtulmak istediği için elini telefonuna götürdü ve telefonunun rehberinde kayıtlı olan numaralara göz attı. Yapayalnızdı, konuşmaya değer hiç kimseyi bulamamıştı. Kafasını yukarı kaldırıp ufka doğru baktı, güneş usul usul batmaya başlamıştı. Buraya geleli o kadar mı çok olmuştu? Bob düşünmeyi oracıkta bırakıp anın tadını çıkarmaya karar verdi... Derken bir anda sağanak yağmaya başlamış, ortamın tüm atmosferini tuzla buz etmişti. Bob’un gözleri yaşardı. Bu onun için sıradan bir sağanak değildi. Bardaktan boşalırcasına yağan bu yağmur onu gerçeğe geri döndürmüştü. O buraya ait değildi ve burada gerekenden fazla zaman geçirdiği için buradan da kovulmuştu. Bob bulunduğu yerde bir süre daha kaldıktan sonra yağmurun getirdiği konforsuzluğa daha fazla dayanamayıp evine doğru yol almaya başladı.
Bob yoldayken düşündü: gitmekte olduğu yer onun için gerçekten de evi mi temsil ediyordu? Yoksa onun için gecelik kiralanan motel odalarından farksız mıydı? Ev onun için ne demekti? Ya da ev denen mekan insanlar için ne ifade ediyordu? Bir ev nasıl olmalıydı? Ona göre bir yeri ev olarak nitelendirmek için bazı koşulların sağlanması gerekliydi. Bob bunları düşünürken inmesi gereken durağa varmıştı. Otobüsten indi ve evi olması gereken yere doğru yürümeye başladı. Ev denen mekan, bir insanın kendini sınırlamak zorunda kalmayacağı, dış dünyanın yargılarından, tasalarından uzak, insanın kendini ait hissetmesi gereken bir yer... Evet, Bob için evin anlamı buydu. Ev denen yapının böyle bir şey olması gerekliydi. Bob tekrardan düşündü. Gitmekte olduğu yer onun için gerçekten de ev anlamı mı taşıyordu? Hayır, onun evi yoktu. O hiçbir yere ait değildi. Hayatı boyunca kendini hiçbir yere ait hissedememişti. Bulunduğu hiçbir ortamda rahat hissedememiş, kendi olamamıştı. Evet, o evsiz, sahipsiz birisiydi. Onun kendine ait bir konfor alanı, mekanı bulunmuyordu.
Bob bu düşünceleri ile boğulurken kendini yaşadığı apartmanın önünde
buluverdi. Yukarıya, dairesinin pencerelerine doğru bakındı ve anlık bir
hışımla binanın içine girip merdivenleri tırmanmaya başladı. Normalde olsa yukarı
çıkmak için asansörü kullanırdı ama nedense asansöre binmek istemedi.
Merdivenleri tırmanırken, bir yerlere geç kalmışçasına, acele ediyor ama her
basamağı da tereddüt ederek çıkıyordu. Belki de sabahtan beri aklını kurcalayan
bu düşüncelerinden bir kaçış yolu arıyordu. Belki de dairesine vardığında bu
sorularına cevap bulacağını düşünüyordu.
Dairesinin kapısına vardığında duraksadı. Kapıyı açmak istemiyor gibiydi. Sonunda cesaret edip kapıyı açtı. İçeride boğucu bir hava vardı, her yer darmadağın ve kirliydi. Bob duraksadı, kabul etmek istemiyordu. Evet, böylesi bir çöplüğe ait olamazdı kendisi. Burası kesinlikle bir motel odasıydı. Bob düşüncelerini susturmak için soğuk bir duş almak istedi ama bu sefer duş almak da onu rahatlatamamıştı. Normalde onun rahatlamasını sağlayan bu aktivite, bu kez onu sadece daha da rahatsız etmişti. Git gide daha da berbat hissettiğini farkedince duştan çıktı. Kurulanırken aynadaki yansımasına gözü takıldı. Bir süre aynadaki haline bakındı. Aynadaki halini gördükçe içi nefretle doldu. Karşılaştığı gözler bir ceset kadar cansız bakıyordu. Onun ölüden ne farkı vardı? Bob çaresizce aranmaya başladı. Bir günah keçisi arıyordu. Arandı, arandı ve arandı... Hayır, her şey onun suçuydu. Evet, eğer çabalasaydı istediği çoğu şeyi elde edebilirdi ama çabalamamıştı. Kendisine duyduğu büyük bir nefretle yumruğunu sıkıp aynayı yumruklamaya hazırlanmıştı ki...
Kendini son anda durdurdu. HAHAHA! Bunu bile yapamayacak
kadar korkaktı. Ayna kırılsaydı ne olacaktı? Her yere ayna kırıkları saçılacak
ve şu anki halinden bile daha konforsuz olacaktı(?) Hayır, aslında bunların
hepsi birer bahaneden ibaretti. Aslında sadece acıdan, elinin acımasından, korkmuştu. Havada asılı kalmış olan elini geri çekti ve gözlerinden yaşlar
akıtmaya başladı. En ufak bir şey için bile fazlasıyla acizdi. Evet, sonunda
tamamen ikna olmuştu. Artık onun için çok geçti. Bu saatten sonra ne yapsa da
ne kadar çabalasa da hepsi boşunaydı. Hiçbir şey değişmeyecekti. Keşke hiç var
olmasaydı... Öylesi çok daha kolay olurdu.
Yorumlar
Yorum Gönder